Fâtih, Dâhi, Vali: Amr b. Âs
Muhammed Emin Yıldırım Hocamız ile “Sahâbe İklimi” üst başlığında, Allah’ın (cc) razı ve memnun olduğu hayatların sahipleri olan Sahâbe efendilerimizi anlamaya çalışacağımız programların dördüncüsü gerçekleştirildi. Hocamız bu dördüncü programda “Fâtih, Dâhi, Vali: Amr b. Âs” konusunu işledi.
Dersten Notlar
Serlevhamız: “Fâtih, Dâhi, Vali: Amr b. Âs”
O, Kudüs’ün ve Mısır’ın fatihi, Arab’ın dört büyük dâhisinden biri, birde Mısır’ın ilk valisi…
“Allah’ım! Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın.”
Allah (cc) ölü olan insanlardan diri, diri olan insanlardan ölü insanlar çıkarır. Aynı şey nesiller içinde geçerlidir…
Ölü olan Azer’den, diri olan İbrahim’i çıkarttığı gibi…
Diri olan Nuh’tan, ölü olan Kenan’ı çıkardığı gibi…
Âs b. Vail Mekkelilere: “Bırakın o soyu kesik adamdan korkmayı… Allah onun adını zaten unutturacak, o ölünce soyu olmadığı için adı da unutulup gidecek!” demişti..
Mesele sülb meselesi değil, mesele sebil meselesidir; yani soy meselesi değil yol meselesidir.
Ne diyordu Hz. Ali: “Amelinin kendisini geride bıraktığı adamı nesebi öne geçiremez.”
Tersi de geçerli bunun: “Amelinin kendisini ileriye çıkardığı adamı nesebi geriye bırakamaz.”
Biz onun hayatını vefat ederken kendi söylediği bir söz üzerinden üç devreye ayırabiliriz:
1. Üzüldüğü Devre
2. Sevindiği Devre
3. Pişman Olduğu Devre
1. Üzüldüğü Devre: Cahiliye döneminde geçirdiği hayatı
2. Sevindiği Devre: Müslüman Olduğu, Resûlullah ve Halifeler ile geçirdiği hayatı
3. Pişman Olduğu Devre: Dünya siyasetine gönül kaptırdığı ve arkasından çeşitli imtihanlar yaşadığı devre
İslam’dan Önceki Hayatı
Amr b. Âs’ın, milâdî 573-574 yıllarında, Hz. Peygamber’in doğumundan kısa bir zaman sonra Mekke’de doğduğu belirtilmektedir. Dolayısı ile Hz. Peygamber’den 2-3 yaş küçük, Hz. Ebu Bekir ile yaşıt sayılır.
Amr b. Âs, Kureyş kabilesinin Sehm koluna mensuptur. Sehmoğulları o gün Mekke’de idare sistemi içerisinde biri siyasete biri ticarete bakan iki önemli vazife icra ediyorlardı. Hüküm; davalarda hüküm vermek, Emval; Kâbe’ye ve putlara adanan adak mallarının idaresi…
Tam ismi Amr b. Âs b. Vâil b. Hâşim b. Saîd b. Sehm b. Amr b. Hüsays b. Ka‘b b. Lüeyy’dir. Ebû Abdillah ve Ebû Muhammed künyeleri ile bilinmektedir.
Hicretin ikinci yılında (m. 624) yapılan Bedir Savaşı’na Ebû Süfyân ile birlikte ticaret kervanının başında olduğu için katılamamıştır. Ancak Bedir Savaşı’nın intikamını almak için hazırlanan Mekke’li müşrikler arasında o da vardı. Uhud’a katılıdı.
Yine hicretin dördüncü yılında (m. 626) gerçekleşen ve Hendek Gazvesi’ne katıldı. Hendek savaşı Amr b. Âs’ın müşrikler safında Müslümanlara karşı katıldığı son savaştı.
Hayatının 2. Devresi: Sevindiği Devre
Müslüman Oluşu
İbn Sa’d, Tabakat’ta kendi lisanı ile Müslüman oluşunu şöyle anlatıyor:
“İnsanlardan uzak duran inatçı bir kişiydim. Ben müşriklerle Bedir’e katıldım ve orada öldürülmekten kurtuldum. Daha sonra Uhud’a katıldım, yine kurtuldum; Hendek’e katıldım yine kurtuldum. Kendi kendime dedim ki: “Daha kaç sefer bu savaşlarda bulunacağım? Allah’a yemin ederim ki, Muhammed, Kureyş’e karşı galip gelecektir.” Bunun üzerine ben malımı el-Veht denilen köyde bir araya getirdim; insanlarla görüşmeyi ve onlarla bir araya gelmeyi azalttım. Böylece Hudeybiye Barış Antlaşması’nda bulunmadım. Resûlullah (sas) buradan sulh yaparak ayrıldı. Kureyş de Mekke’ye döndü. Kendi kendime, “Muhammed arkadaşlarıyla beraber, bir daha Mekke’ye dönecektir. Artık ne Mekke, ne de Tâif bizim için kalınacak bir yer olmaktan çıkmıştır. Artık buradan ayrılmaktan daha hayırlı bir şey bulunmamaktadır.” Bu esnada İslâm’dan o kadar uzaktım ki, “Herkes Müslüman olsa da ben asla Müslüman olmayacağım.” derdim. Bunun üzerine, Mekke’ye gelerek kendi akrabalarımdan bazı adamlar topladım. Bunlar da görüşüme katılıyor, beni dinliyor ve başlarına gelen sıkıntıları benimle paylaşıyorlardı. Onlara dedim ki: “Beni aranızda nasıl görüyorsunuz?” Onlar da, “Sen bizin aramızda ileri görüşlülerimizden, eşrafımızdan olan uğurlu ve hayırlı bir kişisin.” dediler. Bunun üzerine, “İyice biliniz ki, ben, Muhammed’in durumunu, istenmese de gittikçe karşı konulmaz bir yükseliş olarak görüyorum. Benim bu konuda bir görüşüm var.” dediğimde, “O görüşün nedir?” dediler. Ben de, “Gelin Necâşî’ye katılalım ve onun yanında kalalım.” dedim. Şayet Muhammed galip gelirse, biz zaten Necâşî’nin yanındayız; Muhammed’in emri altında olmaktansa onun emrinde kalmak bizim için daha iyidir. Şayet Kureyş galip gelirse, biz zaten bilinen kişileriz.” dedim. Onlar, “Bu harika bir fikir!” dediler. Bunun üzerine kendilerine, “O zaman, hazırlıklarınızı hemen yapın!” dedim. Bizim topraklarımızda gıda maddelerinin en iyisi bulunduğundan önemli miktarda azık topladık. Daha sonra Necâşî’ye vardığımızda, Resûlullah’ın (sas) elçisi olan Amr b. Ümeyye ed-Damrî de orada hazır bulunmaktaydı. Resûlullah (sas) onu bir mektupla kendisine göndermiş ve o mektupta Ebû Süfyân’ın kızı Ümmü Habîbe ile evlendiğini kendisine bildirmişti. O, Necâşî’nin yanına girip, çıkınca, arkadaşlarıma dedim ki: “Bu, Amr b. Ümeyye’dir. Eğer ben Necâşî’nin yanına girer de bana izin verirse, onun boynunu vuracağım. Kureyş de bu durumdan gayet memnun olacaktır. Muhammed’in elçisini öldürmekle, aynı zamanda Kureyş’e karşı ödevimi yeterince yerine getirmiş olurum.” dedim. Amr dedi ki: “Daha sonra Necâşî’nin huzuruna girip, daha önce de yaptığım gibi ona secde ettim. O da bana, “Hoş geldin dostum! Memleketinden bana hediyelik bir şey getirdin mi?” dedi. Ben de “Evet, ey Hükümdar! Ben size katık olacak fazla miktarda yiyecek maddesi getirdim.” dedim. Daha sonra onları kendisine takdim edince gayet memnun oldu. Onlardan bir kısmını patriklerine dağıttı, kalan kısmının da belirli bir yere konularak korunmasını emretti. Onun moralinin iyi olduğunu görünce kendisine dedim ki: “Ey Melik! Senin yanından bize düşman olan birisi çıktı. Bu adam [Resûlullah] bize haksızlık yaptı; eşrafımızı ve seçkinlerimizi öldürdü. Onun (elçisini) bana teslim edersen ben öldürmek istiyorum.” deyince, kızarak elini sertçe kaldırıp onunla burnumun üzerine öyle bir tokat indirdi ki, adeta burnumun kırıldığını zannettim. Bu sırada burnum kanamaya başladı. Burnumun kanını durdurmak için çaresiz elbisemle burnumu tutmak durumunda kaldım. O kadar rezil oldum ki, mahcubiyetimden ve korkumdan o sırada yerin yarılıp da içine girmeyi arzuladım. Bu arada, “Ey Hükümdar! Ben senin bu kadar kızacağını bilseydim, bunu senden istemezdim.” deyince, o da utanarak, “Ey Amr! Sen benden Allah’ın Resûlü’nün elçisini (öldürmek üzere) sana teslim edilmesini istiyorsun. Oysa ona gelen melek, Musa’ya ve Meryem oğlu İsa’ya da gelen melektir.” Amr dedi ki: Allah benim kalbimi üzerinde bulunduğu durumdan değiştirdi ve kendi kendime, “Bu gerçeği Araplarla beraber Acemler de onaylarken Sen neden hâlâ buna karşı ne duruyorsun?” dedim. Sonra Necâşîye, “Ey Melik! Sen de buna tanıklık ediyor musun?” dedim. O da, “Evet, ey Amr! Ben Allah katında da buna tanıklık edeceğim. Sen de beni dinle ve ona uy! Yemin ederim ki o, hak üzeredir. Musa’nın, Firavun ve askerlerine karşı galip geldiği gibi o da, muhalifi olan her şeye ve herkese galip gelecektir.” dedi. Bunun üzerine, “Sen onun adına biatimi kabul eder misin?” dedim; o da, “Evet, ederim.” diyerek elini uzattı ve Müslüman olarak ona biat etmiş oldum. O sırada kana bulanmış olan elbiselerimi çıkararak başka bir elbise giydim. Arkadaşlarımın yanına döndüğümde Hükümdar’ın verdiği elbiseyi üzerimde görünce, “Hükümdar’dan elde etmek istediğine kavuşabildin mi?” dediler. Ben de, “İlk seferde durumu kendisine anlatmayı uygun görmedim; ikinci sefer dönüp de teklif etmeyi düşünüyorum.” dedim. Onlar, “Nasıl uygun görüyorsan öyle yap!” dediler. Daha sonra, bir ihtiyaç gidermek istercesine onlardan ayrıldım. Ancak doğruca gemilere yöneldim. Bir geminin yükünü alıp da iskeleden ayrılmak üzere olduğunu gördüm. Ben de onlarla beraber gemiye binince, gemi derhal oradan ayrıldı. Derken gemi, sonunda eş-Şuʻaybe’ye varınca, beraberimde bir miktar azık olduğu halde ben de onlarla beraber bu yerleşim birimine indim.
Daha sonra Medine’ye gitmek üzere bir deve kervanına takıldım. Derken Merrüzzahrân’a vardım. Yola devam ederek el-Hedde’ye ulaştım. Orada önümde devesiz bir şekilde ilerleyen ve bir yer aradıkları anlaşılan iki adam gördüm. Bunlardan birisi, çadırın içinde durmakta, diğerini de iki kişilik yol eşyasını elinde tutmuş olarak gördüm. Dikkat ettiğimde bunlardan birisinin Hâlid b. el-Velîd olduğunu anlayarak “Ey Ebû Süleyman” diye kendisine seslenince, “Evet!” dedi. Ben, “Nereye gitmek istiyorsun?” deyince, “Muhammed’e gitmek istiyorum. Zira herkes İslâm’a girdi. Artık onu arzulamayan kalmadı. Yemin ederim ki, eğer daha fazla geride kalırsak, kelerin deliğinde boynundan yakalandığı gibi, bizim de boynumuzdan tutularak yakalanır götürülürüz.” dedi. Kendisine, “Vallahi ben de Muhammed’e giderek Müslüman olmayı arzuluyorum.” dedim. O arada Osman b. Talha da çıkagelerek bana, “Hoş geldin.” dedi. Birlikte konaklama yerine gittik. Daha sonra o da bize refakat ederek beraberce Medine’ye vardık. Ebû İnebe kuyusuna varınca bir adamın, “Ey Rebâh, ey Rebâh!” demesini uğura yorumlayarak çok sevindiğimizi hiç unutamam! Daha sonra ona bakınca, şöyle dediğini işittim: “Artık Mekke bu iki kişiden sonra, yönetimini teslim etmiştir.” derken beni ve Hâlid b. el-Velîd’i kastettiğini zannetmiştim. Daha sonra bu kişi, bize sırtını dönerek hızlıca Mescid’e doğru koştu. Onun, gelişimizin müjdesini Resûlullah’a (sas) vermek istediğini zannettim. Durum, aynen zannettiğim gibiymiş. el-Harre denilen yerde develerimizi çökerterek orada elbiselerimizin en güzelini giydik. O sırada ikindi namazı için ezan okununca birlikte Mescid’e girdik. Resûlullah (sas) bizi görünce, yüzü parıldamıştı.
Önce Hâlid b. el-Velîd öne çıkarak ona (sas) biat etti. Peşinden Osman b. Talha biat etti. Resûlullah (sas) da onların biatini kabul etti. En sonunda ben ilerleyerek huzuruna varıp oturunca, Allah’a yemin olsun ki, utancımdan başımı kaldırarak onun (sas) yüzüne bakamadım. Geçmiş ve en son günahlarımın bağışlanması dileğiyle kendisine biat ettim. O da, “İslâm, kendisinden önceki günahlarla işlenen en son günahları kökünden kazıdığı gibi, hicret de onları silip temizlemiştir.”dedi. Yemin ederim ki, Resûlullah, Müslüman olduğumuz bu andan itibaren, önemli bir durumla karşı karşıya kaldığında, ashâbından hiçbir kimseyi benimle ve Hâlid b. el-Velîd ile denk tutmadı. İkimiz, Ebû Bekir katında da aynı mertebede iken, ben aynı zamanda Ömer katında da aynı konumdaydım.” İbn Sa’d, Tabakat, c.5, s. 53-56)
İslam’dan Sonraki Hayatı ve Hizmetleri
Müslüman olduktan sonra özellikle savaş konusundaki kabiliyet ve zekâsını Müslümanların lehine kullanmaya başlamıştır. Benî Cüzâm kabilesinin toprakları içinde bir su kaynağı olarak zikredilen, Vâdilkurâ bölgesine yakın bir mesafedeki Zâtüsselâsil’in (Selâsil) etrafında Kudaâ’nın kollarından Belî, Uzre ve Belkayn (Kayn) gibi Arap kabilelerinin ikamet ettiği belirtilmektedir.
Amr b. el-Âs, halkın ateş yakmasına müsaade etmeyince Ömer, Ebû Bekir’e, “Şu adamın ne yapmak istediğini düşünüyorsun? Millete faydalı olan bir şeyi engelliyor.” dedi. Ebû Bekir de, “Bırak ne yaparsa, yapsın; Resûlullah (sas) onu, savaş bilgisinden ötürü üzerimize komutan olarak tayin etmişti.” dedi.
Müslümanların Suriye ve Filistin’in fethi sırasında Bizanslılarla yaptığı ilk savaş olan Ecnâdeyn Savaşı’nda da Amr b. Âs kumandanlık yapmıştır.
Amr b. Âs’ın bir gün Ömer’i hatırlayıp ona rahmet diledikten sonra şöyle dediğini duydum: “Ben, Allah’ın Nebîsi (sas) ile Ebû Bekir’den sonra Ömer kadar Allah’tan çok korkan bir kimse görmedim. Üzerine hak geçen kişinin konumu onun için önemli değildi. Haksızlık yapan ister oğlu, ister babası olsun onun için fark etmezdi. Bir gün ben Mısır’dayken kuşluk vakti, birisi bana gelerek, Abdullah ile Abdurrahman adındaki Ömer’in iki oğlunun gaza [cihad] amacıyla [Mısır’a] gelmiş olduklarını söyledi. Ben onların şu anda nerede olduklarını sorduğumda, Mısır’ın üst tarafındaki bir yerde konaklamış olduklarını söyledi. Daha önce de Ömer bana mektup yazarak: “Benim ailemden birileri yanına gelirse, sakın başkalarından farklı bir şekilde onlara özel muamele yapma! Aksi takdirde, ben de hak ettiğin şekilde sana muamele yaparım!” demekle dikkatimi çekmişti. Ben de babalarının korkusundan, onlara ne bir hediye gönderebildim, ne de konakladıkları yere giderek onları karşılayabildim. Allah’a yemin ederim ki, bir adamın, “İşte Abdurrahman b. Ömer ile Ebû Sirveʻa; kapıda durmuş, sizden izin istemektedirler.” diye haber vermesine kadar, olduğum yerde kalarak, “Buyursunlar.” dedim. Onlar da moralleri bozuk bir şekilde içeri girip, “Bize Allah’ın haddini uygula! Çünkü biz, dün gece içki içerek sarhoş olduk.” dediler. Ben de, onları azarlayarak kovmama rağmen, Abdurrahman [ısrar ederek], “Sen eğer bize haddi uygulamazsan babamın yanına geldiğinde seni ona söylerim.” dedi. Ben de düşünerek, haddi uygulamadığım takdirde, Ömer’in bana son derece kızacağını, beni valilikten azledeceğini ve bu yaptığımın kendisine ters geleceğini biliyordum. Biz bu konuları konuşurken bir de baktım ki, Abdullah b. Ömer girdi. Ben de ayağa kalkarak “Hoş geldin.” diyerek kendisini karşıladım. Kendisini meclisimin başköşesine oturtmak isteyince kabul etmeyerek, “Babam zorunlu olmadıkça yanına gelmekten beni menetti. Ben de (şu anda) yanına gelmeyi zorunlu gördüm. Kardeşimin saçları asla insanların önünde kesilmemelidir. Ama had tatbikine gelince, nasıl uygun görüyorsan öyle yap!” dedi. [Râvî] dedi ki: “Kendilerine had cezası uygulanan kimselerin aynı zamanda saçları da kesilirdi.” Amr b. el-Âs dedi ki: Ben ikisini de evin avlusuna çıkartarak içki içmelerinden dolayı kırbaçlayarak had cezasını uyguladım. İbn Ömer, kardeşi Abdurrahman ile Ebû Sirveʻa’yı evin bir başka odasına götürerek onların saçlarını kendisi kesti. Yemin ederim ki, olup bitenleri bir harfle dahi olsa Ömer’e mektup yazarak bildirmedim. Ta ki, beklemekte olduğum mektubunda, kendisi şunları söylüyordu:
“Bismillahirrahmanirrahîm: Allah’ın kulu Emîrü’l-Mü’minîn Ömer’den, Âsî oğlu Âsîye,
Ey Âsî’nin oğlu! Bana karşı göstermiş olduğun cesaretine ve bana vermiş olduğun söze muhalefet etmiş olmana hayret ettim. Oysa ben, senin hakkında, senden daha hayırlı olan Bedir ehline muhalefet ederek, benden aldığın cüret ve ahdime vefa konusunda seni tercih ettim. (Bu sözleşmemizi) oldukça kirlettin. Seni azletmekten başka çare kalmadığından, seni azletmekle haksızlık yapmış olacağımı da düşünmüyorum. Sen Abdurrahman’ı evinde dövüyor ve evinde saçını kesiyorsun, bunun da bana ters geleceğini biliyorsun. Abdurrahman da başkaları gibi, raiyetindeki Müslümanlardan birisidir. Dolayısıyla başkalarına yaptığını ona da yapmalıydın. Ancak sen, “Emîrü’l-Mü’minîn’in oğludur.” diyerek ona farklı davrandın. Oysa Allah’ın emrinin kendisine uygulanmasının vacip olduğu insanlardan hiç birisine müsamahamın olmadığını biliyorsun. Bu mektubum sana ulaşır ulaşmaz, ona [Abdurrahman’a] bir aba giydirerek ve onu basit bir bineğe bindirerek bana gönder ki, onun yaptığı işin kötülüğünü herkes bilsin!”
,Amr b. el-Âs dedi ki: Ben daha sonra babasının istediği gibi kendisini ona gönderdim ve onun mektubunu da İbn Ömer’e [oğlu Abdullah’a] okuttum. Öbür taraftan kendim de ona bir mektup yazarak kendisinden özür diledim. Kendisinden daha büyük bir yeminin olmayacağı Allah’a yemin ederek, gerek zimmî, gerek Müslüman herkese evimin avlusunda had uyguladığımı [hiç kimseye dışarıda alenen had uygulamadığımı] bildirdim. Bu mektubu da oğlu Abdullah b. Ömer ile kendisine gönderdim. Eslem [yukarıda adı geçen râvî] dedi ki: Abdurrahman kendisine [Ömer’e] takdim edildi. Üzerinde bir aba olmadan ve kendisine önce had tatbik edilmiş olarak içeri girerken bineğinden indiğinde yürüyemeyecek durumdaydı. Ömer kendine, “Sen şöyle, şöyle yaptın ha! O zaman kırbaçları hak ettin!” deyince Abdurrahman b. Avf, “Ey Emîrü’l-Mü’minîn! Ona daha önce had uygulanmıştır, ona ikinci defa had uygulaman gerekmez.” dediği halde, Ömer ona iltifat etmeyerek Abdurrahman’ı kırbaçlamak için ortaya çıkardı. Bu durum üzerine, Abdurrahman da şöyle söyleyerek bağırmaya başladı: “Ben hastayım, eğer ölürsem katilim olacaksın.” Ömer, [onun böyle demesine aldırış etmeden] ikinci defa dövmek suretiyle had cezasını uyguladı ve ayrıca da onu hapsetti. Abdurrahman daha sonra hastalanarak vefat etti. (İbn Sa’d, Tabakât, c.5, s. 83-85)
Tirmizî’de nakledilen hadislerde Hz. Peygamber Amr b. Âs hakkında “İnsanlar Müslüman oldu, Amr b. Âs ise îmân etti” ve “Amr b. Âs, Kureyş’in sâlihlerindendir” buyurmuş ve bu ifadeleriyle onun fazilet ehli bir kişi olduğuna işaret etmiştir. (Tirmizî, Menâkıb, 121)
“Âs’ın her iki oğlu da mü’mindir.” (İbn Sa’d, Tabakat, 5, 64)
“el-Âs’ın iki oğlu olan Hişâm ile Amr, mü’mindirler.” (İbn Sa’d, Tabakat, 5, 64)
“Abdullah, Ebû Abdullah ve Ümmü Abdullah, ne iyi birer hane halkıdırlar.” (İbn Sa’d, Tabakat, 5, 64)
Ahmed b. Hanbel tarafından nakledilen ve Amr b. Âs ile Efendimiz (s.a.v.) arasındaki bir konuşmayı anlatan hadiste de Amr’ın faziletine işâret bulunmaktadır. Söz konusu hadiste Amr b. Âs şunu anlatır: “Resûlullah (sas) bana ‘Ey Amr! Silâhını kuşan, elbiseni giy ve hemen yanıma gel’ diye haber gönderdi. Geldiğimde Resûlullah abdest alıyordu. Bakışını bana doğru çevirdi, başını önüne eğdi ve şöyle dedi: ‘Ey Amr! Seni askeri birliğin başında bir yere göndermek isterim. Senin için zenginlik dilerim. Allah sana selâmet versin, çokça temiz ve helâl mal ile dön’ buyurdu. Ben de: ‘Ya Resûlallah! Ben mal için değil, cihada katılmak ve yanınızda bulunmak için, Müslüman oldum’ dedim. Bunun üzerine efendimiz: ‘Ey Amr! Temiz ve helâl mal, sâlih kimsede ne güzeldir’ buyurdu.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 912)
Hz. Ömer de Amr b. Âs’ın hem idareciliğini hem de kumandanlığını övmüş, onu bu yönleriyle takdir etmiştir. Nitekim idareciliğinden bahsederken Hz. Ömer: “Amr b. Âs dünyada kaldıkça hep idareci olmalıdır!” demiştir.
Onu Bizanslılar üzerine kumandan olarak gönderdiğinde ise, savaş kabiliyeti ve bilgisi ile şöhret yapmış olan Bizanslı kumandan Artobon’u kastederek, “Bizans Artobon’unun üzerine biz de Arap Artobon’unu gönderiyoruz. Hangisinin gâlip geleceğine iyi bakın!” diyerek ona olan güvenini dile getirmiştir.
Kaynaklarda Amr b. Âs’ın mükerrerleriyle birlikte toplam 39 rivâyetinin bulunduğu belirtilmektedir.
Amr b. Âs’a Yönetilen Eleştiriler
İskenderiyye Kütüphanesi’ni Yaktırdığı İddiası
İsyan Hareketlerini Desteklediği İddiası
Hadislerde Amr b. Âs’ın Yerildiği İddiası
İslâm’a Gönülden Girmediği İddiası
Amr b. Âs’ın Hadis Uydurduğu İddiası
Vefatı
İbn Şimâse el-Mehrî’den şöyle dediğini rivayet etti:
Amr ölüm döşeğindeyken yanında bulunuyorduk. O yüzünü duvara çevirerek uzun uzun ağlamaya başladı. Oğlu ona, “Niye ağlıyorsun? Resûlullah (sas) seni şöyle şöyle müjdelemedi mi?” dedi. Yüzü duvara dönük olduğu halde bir süre daha ağlamaya devam etti. [Râvî] dedi ki: Amr daha sonra bize dönerek şöyle dedi: “Bana tekrarlanacak olan en güzel şey Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve Resûlü olduğuna tanıklık yapmak demek olan kelime-i şehadettir. Şu kadar var ki, ben daha üç hal üzere bulunmaktaydım. İlkin halk arasında Resûlullah (sas) kadar kendisinden nefret ettiğim bir kişi yoktu. Bu nedenle fırsat bulduğumda onu öldürmek kadar bana daha hoş gelen bir şey yoktu. Eğer ben bu hal üzere ölseydim, cehennemlik olacaktım. Sonra Allah, İslâm sevgisini kalbime koyunca Resûlullah’a (sas) gelerek biat etmek üzere kendisine, “Elini uzat!” dedim. O da elini uzatınca elini sıkı tutarak bir müddet bırakmadım. Bunun üzerine, “Neyin var ey Amr?” diye sordu. Ben de, “Bir şartım var.” dedim. “Şartın nedir?” diye sorunca, “Günahlarımın bağışlanmasını şart koşuyorum.” dedim. Bunun üzerine; “Sen, İslâm’ın, hicretin ve haccın kendisinden öncekilerini ortadan kaldırdığını bilmiyor musun?” dedi.
Böylece, Resûlullah (sas) kadar bana sevimli gelen başka bir kimse olmadı. Ondan daha yüce bir insan gözüme gözükmedi. Şayet bana onun vasıfları sorulsa, onun yüceliğiyle gözlerimi doldurmak mümkün olmadığından onu tarif etmeye gücüm yetmez. Eğer bu hal üzere ölürsem, Cennet’e gireceğimi umuyorum. Daha sonra bazı şeyler uhdemize verildi. Ben bunların sorumluluğunun neresinde olduğumu ve bunlar hakkında ne durumda olacağımı bilemiyorum.
Öldüğümde üzerime ağıt yakılmasın ve ateş yakılmasın! Beni defnettiğiniz zaman, üzerime toprağı bol bol atın. Üzerimi örtmeyi tamamladıktan sonra, bir devenin kesilip etinin bölünerek dağıtılacağı kadar bir zaman içinde kabrimin başında bekleyin! Zira ben, Rabbimin elçilerini ne şekilde göndereceğimi anlayıncaya dek sizinle ünsiyet etmek isterim.” dedi.
Bana ulaşan habere göre, Amr ölümüne yakın bir zamanda, korumalarını çağırarak, “Sizin için nasıl bir arkadaştım?” diye sorunca onlar da, “Bize sadık bir arkadaştın. Bize ikramda ve bağışta bulunurdun, bize şöyle yapardın, böyle yapardın.” dediler. O da dedi ki: “İşte ben bütün bunları, beni ölümden kurtarmanız için yapardım. İşte şimdi ölüm bana yaklaşmış durumdadır. Haydi, beni ondan koruyun!” deyince, onlar bir birlerine bakarak, “Ey Ebû Abdullah! Senin böyle rastgele konuşacağını hiç tahmin etmezdik. Ölüme karşı hiçbir şeyin sana faydası olmaz.” dediler. Bunun üzerine, “Bunları söylüyorum ama yemin olsun ki, ben de ölüme karşı hiçbir şekilde bana fayda sağlayamayacağınızı biliyorum. Sizden hiç birinizi beni ölümden engellemek üzere tutmasaydım, bana şundan, şundan (her şeyden) daha sevimli olurdu. Eyvah Ebû Tâlib’in oğlu! O, ‘Bir kişiyi ölümden, onun eceli korur.’ dedi. Daha sonra sözlerine şöyle devem etti: “Ya Rabbi! Ben masum değilim, ben özür diliyorum; ben güçlü değilim, sen bana yardım et! Rahmetini imdadıma ulaştırmazsan, helâk olanlardan olurum.”
Yavrucuğum! Öldüğüm zaman beni suyla güzelce bir yıka, sonra beni bir örtüyle kurula, sonra yine temiz bir suyla bir daha yıka ve kurula, sonra içinde bir miktar kâfurun bulunduğu bir suyla üçüncü sefer yıka ve kurula. Sonra beni kefenlediğin zaman, bana îzar giydir. Zira ben hassas birisiyim. Sonra beni tabuta koyduğun zaman, vasat bir yürüyüşle yürü ve cenazemin arkasında bulun. Zira tabutun önü meleklere, arkası ise Âdemoğulları’na aittir. Beni kabre koyduğun zaman, toprağı üzerime bol bol at!” dedi ve şöyle söyleyerek dua etti: “Ey Allah’ım! Sen bize emrettin; biz ise, irtikâp ettik; bize yasakladın, biz ise (yasağı) çiğnedik; suçsuz bir kimse olamaz. Sen mazur gör. Güçlü bir kimse olamaz; Sen yardım et! Lâkin Allah’tan başka bir ilâh yoktur.” [Râvî] dedi ki: “Amr böyle diye, diye öldü.”
“Ölmek üzereyken (henüz) aklı başında olan bir adamın, ölümün nasıl olduğunu anlatamaması, ne kadar da şaşırtıcıdır!” Kendisi de ölüm döşeğindeyken aklının başında olduğunu gören oğlu Abdullah b. Amr dedi ki: “Babacığım, (daha önce) ‘Ölmek üzereyken aklı başında olan bir adam, nasıl olur da ölümü anlatamaz?’ diyerek (hayret ederdin.) Şimdi ise, kendin ölmek üzereyken aklının başında olduğunu görüyorum. Bize ölümden biraz bahseder misin?” dedi. O da dedi ki: “Yavrucuğum! Ölüm anlatılamayacak kadar son derece büyük bir olaydır. Ancak sana onunla ilgili sadece birşeyler anlatacağım, şöyle ki: “Şu anda kendimi, sanki boynumun üzerine Radvâ dağları konulmuş, içimde hurma ağaçlarının dikenleri var; canım iğnenin deliğinden çıkarılacakmış gibi hissediyorum.” (İbn Sa’d, Tabakât, c.5, s. 93-95)
(707)