Hz. Peygamber (sas) ve Liyakat | Muhammed Emin Yıldırım
Muhammed Emin Yıldırım Hocamızın Ahlâk Medresesi kapsamında yapmakta olduğu Nebevî Ahlâk programlarının “Hz. Peygamber (sas) ve Liyakat” başlıklı bölümü.
Ders Notları
Talebe olarak istikrar ve heyecana, vakıf/kurum olarak heyecan ve hassasiyete, hocalar olarak heyecan ve gayrete ihtiyacımız var.
Ehliyet: İşin hakkını verebilecek konumda olmak
Liyakat: İşi layıkı ile sürdürebilmek ve yetkinliğine zarar vermemek
Adalet: Hak edene hak ettiğini verebilmek
Anahtar kavram, kimlik ve tavır belirleyen kavramdır.
Kişinin ameli bilgisi ile orantılıdır. Ne kadar bilirse o kadar amel edecektir.
Bilmesine rağmen amel etmeyenlerde var ama genelde amelsizlik iki şeyden dolayı ortaya çıkıyor:
- Yeterli düzeyde bilgi sahibi olamamak veya hakikati unutmak
- Bilginin hayat ile bağını kuramamak veya hakikati çarpıtmak
Avusturyalı tarihçi aslında bir diplomat olan Ogier Ghislain de Busbecq 1555-1560 yılları arasında İstanbul’a gelir, Kanuni ile görüşmek ister, o zaman öyle padişah ile görüşmek çok kolay olmadığı için kaç yıl bekler ve o yıllarda gözlemlerini yazar, sonra onu bir hatırat olarak yayınlar. Eser, Türkçe’ye de çevrildi, Türkiye İş Bankası Yayınları tarafından “KANUNİ DÖNEMİNDE AVRUPALI BİR ELÇİNİN GÖZLEMLERİ” şeklinde…
Kitaptan bir bölüm:
“Sultanın karargâhı çok kalabalıktı. Hizmetkârlar ve yüksek mevki sahibi kimselerle doluydu. Bütün hassa süvarileri, sipahiler, garîbler, ulufeciler ve çok sayıda yeniçeriler karargâhtaydı. Bu muazzam kalabalığın içinde tek kişi yoktu ki itibarı kendi şahsi cesaretinden ve meziyetlerinden başka bir şeye borçlu olsun, doğduğu aileden dolayı diğerlerinden farklı kılınsın. Kişiye, verdiği hizmetlere ve yüklendiği vazifeye göre saygı gösteriliyor. Bu nedenle üstünlük mücadelesi de yok. Herkesin yaptığı işe uygun olarak tayin edildiği bir makamı var. Sultan vazifeleri ve görülecek hizmetleri bizzat kendisi dağıtıyor. Bunu yaparken o kimsenin servetini ve rütbesini önemsemiyor, namzet olanın şöhretini ve nüfuzunu düşünmüyor. Sadece meziyetlerini göz önüne alıyor, kabiliyetini, karakterini ve mizacını tetkik ediyor. İşte böylece herkes layık olduğunun karşılığını görüyor ve makamlar da işlerin üstesinden gelebilecek kimselerle doluyor. Türk imparatorluğunda her insanın içine doğduğu şartları değiştirme ve kaderini tayin etme imkânı vardır. Sultanın altındaki en yüksek mevkilere sahip kimseler genelde sığırtmaçların (sığır çobanlarının) oğullarıdır. Böyle doğmuş olmaktan utanç duymak şöyle dursun, bununla övünürler. Kendilerini ecdatlarına ve tesadüfen doğmuş oldukları ortama ne kadar az borçlu hissederlerse duydukları gurur o derece büyüktür. Meziyetlerin doğum veya miras yoluyla soydan geçtiğini kabul etmezler. Onlara göre meziyetler kısmen Tanrı’nın bir lütfü kısmen de aldıkları talim ve terbiyenin, gösterdikleri çabanın ve hissettikleri şevkin ürünüdür. Nasıl ki müzik gibi sanata, matematik ve geometriye olan istidat babadan oğula geçmiyorsa, karakterin de irsi olmadığını, oğulun mutlaka babasına benzemesi gerekmediğini ve vasıfların insana Tanrı tarafından ihsan edildiğini düşünürler. Dolayısıyla Türkler arasında itibar, hizmet ve idari mevkiler kabiliyet ve faziletin mükâfatı oluyor. Kişi tembel ve sahtekâr ise hiçbir zaman yükselmiyor, küçümsenip hakir görülüyor. İşte Türkler bu nedenle neye teşebbüs etseler başarılı oluyorlar ve hükmeden bir ırk olarak hâkimiyetlerinin hudutlarını her gün genişletiyorlar. Bizim usullerimiz ise çok farklı. Bizde meziyete yer yoktur. Her şey doğuma dayanır ve yüksek mevkilerin yolunu açan sadece soylu olmaktır…” (s. 63-65)
Biz neymişiz ne olmuşuz, Avrupa neymiş ne olmuş…
Liyakat, bir işe lâyık olmak, uygunluk arz etmek, lâyık olmaya sebep teşkil eden yeteneğe ve yeterliliğe sahip olmak ve bu özellikleri o işi yaptığı müddetçe kaybetmemektir.
Eğer bir yerde liyakat varsa şunlar olur:
- Umutlar yeşerir.
- Kabiliyetler gelişir.
- Tatlı bir yarış oluşur.
- Daha fazla bir gayret ortaya çıkar.
- Hak eden hak ettiğini elde eder.
Eğer bir yerde liyakat yoksa şunlar olur:
- İltimasın ardı arkası kesilmez.
- Herkes kendine bir arka bulmaya çalışır.
- Kabiliyetten ziyade mensubiyet değer kazanır.
- Menfaati korumak, merhameti sağlamanın önüne geçer.
- Gücü elde eden bir diğerini ezmeye kalkışır.
Cahiliye Dönemi Siyasetinin Beş Ana Temeli
- Şirk
Hakikat Düşmanlığı
2. Zulüm
Güçlü Olanın Zayıf Olana Tahakkümü
3. Adavet
Öfkenin Her Şeyin Üstünde Tutulması
4. Dayatmacılık
Gücü Elinde Tutanın Diğerlerine Uyguladığı Baskılar
5. Kabilecilik
Üstünlüğü Mensubiyette Görme Anlayışı
Nebevî Siyasetin Beş Ana Temeli
- Tevhid
Hakikat Sevdası - Adalet
Hak edene hak ettiğini vermek - Merhamet
Şefkat nazarı ile bakmak ve acıtmamayı öncelemek… - Meşveret
Şura (Ortak Akıl) Yönetilenleri yönetimde söz sahibi kılmak - Liyakat
İşi layıkına vermek ve Ehliyeti gözetmek…
“Efendimiz (sas) sadece bir Medine kurup gitmedi, Kıyamete kadar gelecek olan insanlığa Yesriblerin nasıl Medine kılınacağının yollarını ve yöntemlerini de öğretti.”
Medine Olmanın Yolları
- Şahsiyet olmadan Medine olmaz.
- Muhabbet olmadan Merhamet olmaz.
- Mütevazı olmadan Muhabbet olmaz.
- Affedici olmadan Mütevazı olunmaz.
- Sabır ve Kararlılık Olmadan Netice Elde Edemez.
- İstişareye Önem Verilmeden Bereket Hâsıl olmaz.
- Tedbir olmadan Tevekkül olmaz.
- Adalet olmadan Saadet olmaz.
- Liyakat ve Ehliyet Olmadan Adalet Olmaz.
- Medine olmadan Medeniyet olmaz.
Mütevazı olmadan Muhabbet olmaz.
“Yüce Allah, bana mütevazı olmanızı ve hiç kimsenin diğerine karşı böbürlenmemesini emretmektedir.” (Müslim, 1992, Cennet, 64)
“Kim Allah için alçak gönüllülük yaparsa, Allah onun kadrini yükseltir. Kim de Allah’a rağmen kibirlenirse, Allah onu aşağıların aşağısına indirir.” (Müslim, 1992, Birr, 69)
“Cehennemlikleri size haber vereyim mi? Onlar katı yürekli, malını hayırdan esirgeyen kibirli kimselerdir.” (Buhârî, 1992, Eymân, 9; Müslim, 1992, Cennet, 46; Tirmizî, 1992, Cehennem, 13)
“Kendini büyük gören veya kibirli yürüyen, mahşer gününde, Allah’ın kendisine gazap ettiği kimsedir.” (Ahmed b. Hanbel, 1992, II, 118)
“Elbisesini kibirlenerek sürükleyene Allah bakmaz.’’ (Buhârî, 1992, Libâs, 1-2; Müslim, 1992, Libâs, 41)
“Kalbinde zerre kadar kibir olan kimse cennete giremez.” (Müslim, 1992, İmân, 91)
Affedici olmadan Mütevazı olunmaz.
Affetmek insanlara karşı hoşgürülü davranmak, onların yaptıkları hata ve yanlışları müsamaha ile karşılamak çok önemlidir. Efendimiz (sas) Medine’yi böyle kurmuştur.
‘‘Müsamahakâr ol ki, sana da müsamahakâr davranılsın.’’ (Ahmed b. Hanbel, 1992, I, 248) hadisin manası ‘‘sen kolaylaştır ki, senin için de kolaylaştırılsın’’ olur (İbn Manzûr, 1993, II, 489; 1996, 78)
Hz. Peygamber’in, İslâm’ı “el-Hanefiyetü’ssemha” olarak niteleyerek, “Ben müsamahakâr hanif dini üzere gönderildim” (Ahmed b. Hanbel, 1992, VI, 116) diyerek ifade ettiği (Buhârî, 1992, Îmân, 29) hadisin manası da “zorluk ve şiddetin bulunmadığı İslâm dini” olmaktadır. (İbn Manzûr, 1993, II, 489)
“Din kardeşini bir suçundan dolayı ayıplayan kimse, o suçu (günahı) kendisi de işlemeden ölmez.” (Tirmizî, 1992, Kıyâme, 53)
“Müslüman, Müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, onu terk etmez. Kim, kardeşinin ihtiyacını gidermek için ona yardımcı olursa, Allah da onun ihtiyacını gidermek için ona yardımcı olur. Kim, Müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah da buna karşılık ondan, kıyamet günü sıkıntılarından bir sıkıntıyı giderir. Kim, bir Müslümanın kusurunu örterse, Allah da onun kıyamet günü bir ayıbını örter.” (Buhârî, 1992, Mezâlim 3; Müslim, 1992, Birr, 58, Zikir ve Dua, 38)
“Kim dünyada bir kulun kusurunu örterse Allah da kıyamet günü onun bir kusurunu örter.” (Müslim, 1992, Birr, 72)
Sabır ve Kararlılık Olmadan Netice Elde Edemez.
Hz. Peygamber de konu hakkında şöyle buyurmaktadır: “Kim sabretmeye çalışırsa, Allah da ona sabredecek gücü nasip eder. Hiç kimseye sabırdan daha geniş ve daha hayırlı bir bağışta bulunulmamıştır.” (Buhârî, Zekât, 50)
“İnsanların arasına karışıp onların eziyetlerine sabreden Müslüman, insanlarla hemhal olmayıp onların sıkıntılarına katlanmayan Müslümandan daha hayırlıdır.” (İbn Mâce, Fiten, 23)
“Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz. Allah’tan afiyet ve sıhhat isteyiniz. Düşmanla karşılaştığınız zaman da sabrediniz.” (Müslim, Cihad, 19-20)
Liyakat ve Ehliyet Olmadan Adalet Olmaz.
Hz. Şuayb’a, Hz. Musa’nın ücretli çoban olarak çalıştırılmasını teklif eden kızlarından birinin söylediği: ‘‘Ey Babacığım! Ona iş ver. Çünkü o hem güçlü hem de güvenilir olduğu için ücretle çalıştırdıklarının en hayırlısıdır’’ (Kasas: 28/26) âyetinde geçen ‘‘güçlü ve güvenilir’’ ifadeleri liyakati nazarlara veriyor.
Mısır kralının hazine bakanlığı için düşündüğü Hz. Yûsuf için kullandığı: ‘‘Sen bugün bizim yanımızda yüksek mevki sahibi ve güvenilir birisin’’ (Yûsuf: 12/54) âyetinde geçen ‘‘güvenilir’’ ifadesi ve Hz. Yûsuf’un: ‘‘Beni ülkenin hazinelerine bakmakla görevlendir. Çünkü ben iyi koruyucu ve bilgili bir kişiyim’’ (Yûsuf: 12/55). ‘‘koruyucu ve bilgili’’ ifadeleri atanmanın en önemli kriterleri olarak dikkate alınmalıdır.
Hz. Ebû Zer’in idarecilik isteğini: ‘‘Ey Ebû Zer! Sen zayıfsın. Bu valilik bir emanettir. O, kıyamet gününde alçaklık ve perişanlıktır. Onu hakkıyla üzerine alıp gereğini yerine getiren müstesna’’ diyerek cevap verdi. (Müslim, 1992, İmâre, 16)
Diğer bir rivayette ise Hz. Peygamber: ‘‘Ey Ebû Zer! Ben, seni zayıf görüyorum. Kendime sevip istediğim şeyi, senin için de isterim. İki kişi üzerine hâkim olmaktan sakın ve yetim malına veli olma!’’ diyerek idarecilik isteğini reddetmiştir. (Ahmed b. Hanbel, 1992, V, 180; Müslim, 1992, İmâre, 17; Ebû Dâvud, 1992, Vesâye, 4; Nesâî, 1992, Vesâye, 10)
Başka bir rivayette ise Resûlullah: ‘‘Ey Abdurrahman b. Semûre! Emirlik/yöneticilik isteme. Eğer isteğin üzerine sana görev verilirse, istediğin şeyin sorumluluğu sana yüklenir. Eğer isteğin dışında yöneticilik verilirse, o işten yardım görürsün.’’ (Buhârî, 1992, Ahkâm, 5, 6; Eymân, 1; Müslim, 1992, İmâret, 19; Ebû Dâvud, 1992, Harâc, 2)
İyâd b. Ğanem’in (ra) hatırası…
(446)